Tasavvuf
Anadolu Selçukluları beylikler hâlinde bölündükten sonra Batı Anadolu’da aşiret olarak ortaya çıkıp örgütlenerek ve kurumlaşarak bir beylik hâlini alan Osmanlılar ailesi, maiyetinde çeşitli esnaf ve üretim gruplarını bulundurmuş ve din merkezli düşünen kişilerle yakın ilişkiler kurmuştur. Bu kişiler, halk içerisinde sözü geçen kişilerdi. Bu muteberlik onların sadece dini kişilikleri dolayısıyla değil aynı zamanda toprağın işleyişi ve dağıtımı hususunda da söz sahibi olmalarından kaynaklanıyordu.
Fakı, derviş gibi isimlerle anılan bu kişiler bir toprak üzerine yerleşir, tekke ya da zaviye inşa edip içerisini dayar döşer ve bahçesini de sürerdi. Dervişin müritleri bu kolonileşmede zaviyenin devamlılığı ve dervişinin ekonomik,siyasi ve dini gücünü devam ettirmesi için çalışırdı. Bu insanlar genellikle fakir ve bekâr erkeklerden oluşurdu.Zaviyelerde komünal bir yapı söz konusuydu. Müritlerin her biri üretimin bir parçası olmuştu. Kazançları ortaktı ve ihtiyaçları, herkesin kazançları toplandıktan sonra artık zaviyeye ait olan paradan karşılanırdı. Misafiri çok olan bu zaviyelerin bütün giderleri bu havuzdan karşılanırdı.
Tarım
Tarımsal üretim zaviyeler için oldukça önemliydi. Zaviyelerin tarlalarında emece usulü çalışılırdı. Bu ürünlerin yine onlar tarafından pazara indirilerek satılıp satılmadığını bilmiyoruz. Ancak bu tarlalar zaviyelerin temel sosyokültürel değerlerini oluşturan üretim alanlarıydı. (Bu ortak çalışılan tarla gibi üretim alanlarının, tasavvuf sistemi içerisindeki önemini bugün dahi çeşitli dini gruplarda görmekteyiz. )
Tarlalardan yetişen gıda ürünleri, yine zaviyenin mutfağında özellikle zaviyeye yeni dahil olan fityanların ellerinde işlenir ve sofraya serilirdi. Bu sofralarda belli nüfuza sahip ya da sıradan misafirler ağırlanırdı. Bazen de İbn Battuta gibi zamanın yabancısı ama şimdinin meşhuru seyyahlar bu sofraların konuğu olurdu. Yemekler genelde tek bir kaptan ortaya konularak tüketilirdi. Yine günümüzde bu geleneği devam ettiren birçok tekke vardır.
Zaviyelerin başındaki kişilerin oluşturdukları kolonilerin ise bir konfederatif yapı olarak Ahi teşkilatına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Ahiler, özellikle içerisinde son derece güçlü işçi grupları(debbağlar gibi) barındıran bir meslek örgütüydü. Bu anlamıyla Ahi Teşkilatı, içerisinde zanaatkârların sözünün geçtiği ve usta-kalfa-çırak hiyerarşisinin ve bu hiyerarşinin ahlâkî dayanaklarının katı şekilde korunduğu ilişkiler yumağıydı. Selçuklu otoritesinin zayıflamasıyla doğmuş, yeni merkezi bir üretimin ve siyasal mekanizmanın ortaya çıkacağı zamana kadar Anadolu’da son derece tesirli olmuştur. Bu dönem, etkileri günümüze kadar sirayet eden bir kültürün bu topraklara ve zihinlere yerleşme sürecidir.
Topraktan Siyasete
Ahiler gücünü, toprak üzerinde işgal ettikleri tarımsal üretim hacminden alarak bu gücünü zanaatkârlar aracılığıyla halka ve siyasal mekanizmaya yansıtan bir tür örgüttür. Kendisine bağlı bulunmayan ekmek üreticilerini bile mesleklerinden ve sosyal statülerinden men ettirecek kadar üretimde ve siyasette güçlü olan Ahiler, en büyük çatışmalarını Mevleviler ile yaşamıştır. Mevleviler, daha güçlü bir otorite seçeneği olarak duran Moğollar’ın safına geçerek Selçuklu yönetimini isteyen Ahiler ile kimi zaman kanlı cinayetler kimi zaman da tasavvufi fikir ayrılıkları içeren bir dizi rekabet sarmalına girmişlerdir.Hatta Ahi Evren ile Celaleddin Rumi arasında şiddetli bir düşmanlık söz konusu olmuştur.
Anadolu’da Moğol-Selçuklu mücadelesi, adeta tasavvuf şeklini almış toprak örgütlerinin mücadelesine dönmüş ve sonucunda Moğollar’ın otoriteyi ele geçirmesiyle Mevleviler’in üstünlüğü ile sonuçlanmıştır.

Osmanlı
Bir fütuhat veya yayılma aracı olan koloniler, Osmanlı ordularından önce gittikleri yerleri, ekonomik ve sosyal anlamda Osmanlıların -yani müslümanların– gelişine hazırlamıştır. Osmanlı güçlerinin hakim olmadığı kırsal alanlarda tarımsal üretim alanlarını belirleyen bu koloniler,bünyelerindeki Gazi ve Alplerle bu bölgelerin güvenliğini sağlamışlardır. Öncüllük üzerine yerleştikleri topraklar, Osmanlı otoritesi geldiğinde bu bölgelere yerleşen beylere ve fakılara temlik veya vakıf edilmiş ve Osmanlı’daki toprak düzeninin ilkel hali ortaya çıkmıştır.
İlk dönemlerde ve sonrasında ayrıcalıklı sınıfın himayesi altına bizzat devlet mekanizması tarafından sokulan toprak işçilerinin durumu, tıpkı Toprak II‘de bahsettiğimiz Anadolu Selçukluları’ndaki gibidir. Din adamlarına ve padişahın despotik iktidarının uygulayıcılarına verilen topraklar söz konusudur. İlerleyen zamanlarda tımar sistemi, Hazarlar ve Selçuklular’da olduğu gibi dirlik halini alıp asker ile devlet arasında bir bariyer işlevi görmüştür. Bu bariyerin arkasındaki güç olan devletten ziyade asker, askerlik kazanımları hususunda halkı sorumlu kılma arzusuna bürünmüş ve yine Hazarlar’daki gibi yönetici sınıfı, halkı ve askeri karşı karşıya getirip aradan çekilmiştir. Bu da silahlı bir gücü teşkil eden asker için, köylünün vergilerini ve öşrünü bekleyerek bu bekleyişi baskı aracına dönüştürmesini doğurmuştur. Sonucunda köylü, yönetenler ve asker arasında kalmış ve üretimini bu iki otorite simgesinin tehdidi altında sürdürmüştür.
Gelecek yazıda Osmanlılar’da feodalitenin artık tam ortaya çıkmasıyla daha önce diğer Oğuz beyleri tarafından kendilerine eş tutulan padişahın, otoritesini ve toprağın miriliği iradesini korumak için Oğuz beylerinin topraklarını önce küçültmesini ve ardından ellerinden alarak dirlik haline getirmesini inceleyeceğiz. Bu dirliklerin sonucunda ortaya çıkan toprak işçiliğinin değişik tiplerini göreceğiz.
Kaynaklar: Köprülü,Fuad. Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu
İnalcık,Halil. Devlet-i Alîyye-I
Hassan,Ümit.Berktay,Halil.Ödekan,Ayla. Türkiye Tarihi I-Osmanlı Devleti’ne Kadar Türkler
Barkan,Ö.Lütfi. Kolonizatör Türk Dervişleri