“Mezopotamya’daki tarım toplumlarının ve devletlerinin kurulması türümüzün yeryüzünde geçirdiği zamanın son yüzde beşlik dilimi içinde gerçekleşmiştir” der James Scott. Bu söz muhtemelen Carl Sagan’ın meşhur ve çarpıcı olan Kozmik Takvim’inden esinlenerek söylenmiştir. Bu söz de Sagan’ın takvimi gibi tahayyül edilemeyen bir tarih ve zaman mefhumunu insanlara göstermeyi amaçlamıştır. Bu zamanda tuhaf olan insanın çok küçük bir diliminde sahneye çıkışıdır. İnsanı en tepeye koyan ekolojik anlayış için bunu kabullenmek elbette zordur. Çünkü bu anlayışın dayanağı insanı merkezde gören, doğanın bir parçası olduğunu unutan ve doğayla yaşıt olarak algılayan fikirsel altyapıdır. İşte James Scott’un anlatmaya çalıştığı da tam olarak kozmik takvimin yansımasıdır. Bu kez ölçü “Big Bang” değil ateşin keşfidir.
İnsanın tarihi yazıldığında en küçük dilimi tarım toplumlarının ve devletlerinin ortaya çıkmasından günümüze kadar olan zaman oluşturur. Ancak üzerine en çok yazılan, araştırma yapılan ve merak edilen de yine bu küçük zaman dilimidir. Yaygın bir anlayışla bitkinin ve hayvanın evcilleştirildiği dilim uygarlığın tarihidir. Bundan öncesi karanlıktır. Çünkü yazı yoktur. İnsanlar avcı-toplayıcı ve komünaldir. Avcı-toplayıcıları yerleşik yaşama lâyık bile görmemişlerdir. Ancak Göbeklitepe bunu değiştirmiştir.
Kayıt Tutmak

Bilgiyi sözlü olmaktan ve insan ile toplum hafızasının inisiyatifine bırakmaktan yazı kurtarmıştır. Yazıyla bilgi paylaşılmış ve çoğalmıştır. Bin yıllarca yazıyı bilmek,okumak büyük bir güç olmuştur. Çünkü onu okumak, yazmak bilgiye hükmetmektir. İşte günümüzdeki iktidarın temeli budur. Yakın çağa kadar yazıyı okuyabilmek her zaman ayrıcalıklı sınıfların özelliğiydi. İktidarın gücünü ve hakimiyet sahasını paylaşan ayrıcalıklı sınıflar despotik bir iktidarı temsil ediyordu. Belirli ve keskin sınır hatları olmayan ülkelerde sonsuz yetkiyi tekelinde bulunduran bu iktidar modeli merkezi krallıkların ve imparatorlukların dahil edildiği tarihsel-sosyolojik bir kavramdır.
Yazının yaygınlaşıp okuyabilenlerin arttığı dönemden itibaren ise( Sanayi Devrimi sonrasını dikkate alabiliriz) Altyapısal İktidar modeli ile karşılaşırız. Bilgi çağı denilen ancak gün geçtikçe aslında kayıt tutmanın arttığı ve bunun güce dönüştürüldüğü çağ, devletlerin belki de tarihteki en güçlü dönemlerini yaşadıkları zamandır. Hak ve özgürlükler despotik döneme göre daha geniş ancak hareket alanı daha dardır. İktidar için merkeze yakın olmak ya da olmamak artık önemli değildir. Çünkü her yer merkez olmuş ve olan biten her şey kayıt altına alınmaya başlamıştır. Teknoloji bütün gelişimiyle bu modeli beslemekte ve suç olarak addedilen eylemleri işleyenler için hareket alanlarını daraltmaktadır. İşte tüm bu iktidar modellerinin, bilgi kayıtlarının ve devlet mekanizmasını çeviren çarkların başında yazı gelmektedir.
Sosyal antropolojinin kurucusu Claude Levi-Strauss şöyle yazmıştır:
Görünüşe göre yazı, merkeziyetçi,toplumsal katmanlardan oluşan devletin kendisini yeniden üretebilmesi için bir gereksinimdi(…)Yazı tuhaf bir şeydir(…) En ayrılamayacak biçimde ona eşlik eden olgu şehirlerin ve imparatorlukların kuruluşu; yani çok sayıda bireyin bir siyasi siteme entegrasyonu(…) bir kastlar ve sınıflar hiyerarşisine dahil edilmesidir(…) Yazı insanlığın aydınlanmasından ziyade istismar edilmesine yaramış görünmektedir.
İktidarın Gücü: Ekmek
Yazının icadına giden süreç, mülkiyetin merkez tarafından kayıt altında olması isteği ile başlamıştır. Tarımsal üretim ile merkeze ya da saraya giren artı değer, dönüşüm ve zirai faaliyetler ile oluşurdu. İşte iktidarı,yazıyı ve tahılı bir noktada birleştirerek çekiç gibi alt sınıfların üzerinde kullanan momentum mülkiyetin kontrol altında tutulması isteğidir. Buğdayın dönüşümü ile birlikte tahıl ekseninde yerleşen ve yaşamını idame ettiren toplum yapısı hakim olmuştur. Aynı zamanda tahıl ekseninde beslenen ve ekmeğin her zaman değerli olduğu, bolluğun bereketin simgesi haline geldiği toplumların, ihtiyaç duyduğu tahılın bölüşümüne saray karar vermekte idi. Bu karar verme gücü alt sınıflar üstünde iktidarın baskı aracına dönüşmüştür.
Önce tahıla, ekmeğe sonrasında ise diğer tüm zirai ürünler (özellikle artı değer niteliği taşıyan ihtiyaç fazlası olanlar) sarayın tekelinde toplanıp kayıt altına alınırdı. Vergilerin tahıl olarak tahsil edilmesi de yine tahılın hem hesaplanabilirliğinin kolay oluşu ve standardizasyona sokulabiliyor oluşundandır. Mısır gibi dönemin “uygarlıkları” memurlarına maaş olarak tahıl verdiği için yine tahıl olarak çiftçilerden vergiyi tahsil ederdi. Yani tahıl bir para gibi kullanılmakta ve dönüşümü öncesi bir değeri sembolize etmekteydi. Günümüze bakıldığında da durum pek farklı değildir. Ekmeğin ya da tahılın kalitesi, standart bir ekmeğin gramajı ve fiyatı ülke ekonomisi, tarım politikaları hakkında birçok fikir verebilir. Savaş dönemlerinde başlı başına bir probleme dönüşen ve yokluğu kıtlığın habercisi sayılan ekmek ve ekmek tedariği siyasi ve ekonomik kriz dönemlerinde bir güç göstergesi olduğunu hissettirmektedir.
Bu gerçeklik zor dönemlerde sanatın her alanında dile getirilmiştir. Nazım Hikmet şiirinde ekmeğin savaş koşulları ile birlikte değişimine şöyle sitem etmişti.
“Pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek, ben içeri düştüğüm sene.
Sonra vesikaya bindi, bizim burada içeride, birbirini vurdu millet yumruk kadar, simsiyah bir tayın için.
Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız.”
Yine Yılmaz Güney’in Duvar filminde,hapishanede ekmeğin dağıtıldığı her sahnenin arbede ve kavgayla bitmesi izleyiciye verilen güçlü bir mesaj değil midir?
Dile ve kültüre yerleşmiş olan ekmek algısı sadece gıdayı değil artık insanların hayatlarını idame ettirebilmelerinin ismi olmuştur. Geçim sıkıntısı ekmek derdi, hak arama ekmek kavgası olmuştur. Ordan da sıyrılıp Orhan Kemal gibi toplumcu gerçekçi yazarların kitaplarına girmiştir.
Kaynaklar
James C. Scott,İlk Devletlerin Derin Tarihi -Tahıla Karşı
Michael Mann, Devletler,Savaş ve Kapitalizm
Norbert Elias, Uygarlık Süreci I,II