Gastromani’de ilk yazılarımız toprak olgusu üzerineydi. Toprağı kimyevi açıdan tartışmaktan çok sosyolojik boyutuyla ele aldık. Bu aslında bir bakış açısıydı. Gastronominin disiplinlerarası olduğunu düşündüğümüz için böyle bir blog oluşturma ihtiyacı hissettiğimizden olsa gerek sosyolojinin ve tarihin penceresinden bakmak daha cazip geldi.
Toprağın verimliliğini etkileyen ilk unsurun onun statüsü ve mülkiyeti üzerinde dönen tartışmalarla birlikte bu tartışmalara bağlı gelişen toprak hukuku olduğunu düşünürsek bu pencere bizi yanıltmaz. Tarımın, toprağın ve toprak işçiliğinin toplumumuz üzerinde ne denli etkili olduğunu gün geçtikçe daha iyi görmekteyiz. Özellikle cumhuriyetin ilk dönemlerinde nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylüler, sosyal,siyasal ve ekonomik dönüşümlerin ilk hedefi olmuştur. Kentlere yapılan göçler, tarım toplumu geleneklerinin şehre taşınması, kabilecilik çevresinde gelişen nepotizm ve hayatımızın her anını etkileyen tarım politikaları, toprağın ve mülksüzleşmenin toplum üzerindeki etkilerine ve toprağın bizim için ifade ettiği anlama örnektir.
Toprağın kim tarafından nasıl işleneceği, kimin ya da kimlerin mülkü olacağı, üzerinde yetişenlerin sofraya nasıl ulaşacağı, ne kadarının iç ne kadarının dış piyasaya sürüleceği cumhuriyetin ilk yıllarında toplumun dönüşümü için çeşitli şekillerde tartışılmıştır. İlk yirmi sene tarımda yer yer makineleşmenin görüldüğü dönemdir. Bu dönemde toprak düzeni Osmanlı’nın son 200 yılına benzerdir. Köklü bir değişim yaşanmamıştır. Köylünün en büyük yükü olan “Aşar”ın kaldırılışı bu dönemdedir. İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararla Aşar kaldırılmış ve yerine sâfi gelir üzerinden toplanan vergi getirilmiştir. Böylece serbest tarımın önü açılmış ve milli burjuvazi yaratma eğilimi kendini göstermiştir.
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu

20. yüzyılın sonlarına kadar Türkiye’deki en büyük sosyal grup köylülerdi. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun hazırlandığı 1945 yılında Türkiye nüfusunun %83’ü köylerde yaşıyordu. Nüfusa göre yüzölçümü oldukça büyük olmakla beraber kişi başına düşen ekilebilir toprak azdı. Ayrıca Orta Anadolu’da toprak o kadar verimsizdi ki toprağın üç yıl arka arkaya nadasa bırakılması gerekiyordu. Bu olumsuzluklar genelde Toprak Kanunu’na muhalif olanlar tarafından sıklıkla dile getiriliyordu. Kanuna muhalif olanlar, çiftçinin toprağa değil tarımda makineleşmeye ihtiyacı olduğunu, toprağı küçük mülklere bölmenin toprağı verimsizleştireceğini iddia etmişlerdir. Tabi kişisel çıkarları gereği yer yer haklı olsalar da bu tür söylemler geliştirmişlerdir.
Nedir Toprak Kanunu?
4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tasarısının görüşülmesine 14 Mayıs 1945’te başlandı. Tasarı 11 Haziran 1945’te kanunlaştı. Kanunun amacı Mustafa Kemal Atatürk’ün defalarca işaret ettiği gibi köylünün durumunu iyileştirmek ve Türkiye’de sosyal demokrasiyi geliştirmek olarak yorumlanmaktadır. Kanuna göre topraksız ya da toprağı az olan köylülere ya da çiftçilik yapmak isteyenlere geçimlerine yetecek kadar toprak dağıtılacaktı. Bu dağıtılacak olan araziler hazine, vakıf ve belediyelere ait arazilerle birlikte 5 bin dönümden büyük çiftliklerden istimlak edilecekti. Zaten kanuna karşı gelenler de genel olarak 5 bin dönümden büyük arazisi olan nüfuzlu kişilerdi. (Bunların aralarında üzerinde önemle durulması gerekenler, tütün, zeytin, pamuk ve taze meyve gibi sanayide değerlendirilen ürünleri yetiştirenlerdir. Genellikle bu kişiler Ege, Adana ve Marmara bölgelerindeki küçük şehirlerde oturan kişilerdir. Bunlar kendi ürünlerini işleyerek doğrudan tüketiciye ya da devlete satarlardı. Ayrıca başka küçük üreticilerin ürünlerini satmasına aracılık edip komisyon alırlardı. Öyle ki hâlâ bile ülkemizdeki belli bölgelerde bu gruplardan izinsiz kimse tarlasından ürün hasat edip doğrudan tüketiciye ya da başka bir komisyoncuya satamaz)
Bu topraklar ihtiyacı karşılamadığı takdirde 2 bin dönümlük çiftlikler de istimlak edilecekti. Kanunun en tartışmalı maddesi kuşkusuz nüfus yoğunluğu fazla olan bölgeleri ilgilendiren 17. maddeydi. Bu maddeye göre yoğun bölgelerde vakıflara ve belediyelere ait araziler toprak ihtiyacını karşılamazsa 2 bin veya daha az dönümlük mülkler de istimlak edilerek çiftçiye dağıtılacaktı. Toprakların bedeli ise sahiplerine uzun vadeli, karışık bir yöntemle ödenecekti. Aslında 17. maddenin uygulanması köy ve küçük kasabalardaki mülklerin, yani toprak sahipleri sınıfının ortadan kalkması demek oluyordu.
Özellikle 17. madde ekseninde mecliste tartışılan bu kanun, çok partili hayata geçişin temelini oluşturmuştur. Aydın ve çevresinde geniş arazilere sahip olan ve bunların istimlakına karşı çıkan Adnan Menderes ve Refik Koraltan öncülüğündeki birtakım milletvekilleri Demokrat Parti’yi kuracaklar ve ilk girdikleri seçimden galip çıkacaklardı.
Tek parti içinden köylüyü topraklandırma kanununa muhalefet eden bir grubun çıkması ve yine o köylülerin kendilerini topraklandırmaya karşı olanların kurduğu bir partiyi ilk seçimde iktidara taşıması ilginçtir. Bu noktada savaş yıllarında köylünün durumunu incelemek gerekir. Aşar vergisinin kaldırılmasından sonra bir nebze de olsa rahatlayan çiftçiler, İkinci Dünya Savaşı’nın ekonomik yükünü çeken kesim oldu. Özellikle yıkıcı bir gıda krizinin patlak verdiği dönemde gıda üreticilerinin üretim kapasitelerinin ve kazançlarının çok üzerinde vergilendirilmeye tâbi tutulmaları, nüfusun büyük kısmını oluşturan köylüleri alternatiflere yöneltti. Ayrıca yeni başlayan sanayinin iç pazarları ve özellikle tarımı sömürerek ilerlemesi köylü üzerinde ağır yük oluşturdu.
Tartışmalar
Birbirini komünist olmakla suçlamanın(!) moda olduğu dönemde böyle bir kanunun teklif edilmesi elbette SSCB’de uygulanan “Kolektivizasyon”u akla getirmiştir. Fakat Sovyet kolektivizasyonunun Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile pek benzerliği yoktur. Büyük toprak sahiplerinin topraklarına el konulması yönünden benzese de toprak kanununda özel mülkiyet el değiştirmekte ve ortak mülkiyet olmamaktadır. Zaten 17. maddede bahsedilen toprakların hiçbiri için bu kanun uygulanmadı. Fakat Sovyet kolektivizasyonunda çiftlikler birleştirilerek emek verenlerin kârdan eşit pay alması sağlanırdı. Bir noktada Toprak III: Zaviyeler yazısında bahsettiğimiz kolonizasyonlara benzemektedir.

Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu daha çok kolektivizasyon karşıtlığında en sert tutumu takınan Nasyonel Sosyalist Almanya’da çıkarılan Erbhof Toprak ve İskân Kanunu’na benziyordu. İki kanun da tarım arazilerinin miras yoluyla bölünmesinin önünü tıkıyordu. Tarım arazileri aile reisi öldükten sonra evin başka bir ferdine intikal ederdi. Aslında bu kanun miras ve mülkiyet hukukuyla da yakından ilgilidir. Ayrıca Almanların ideolojik açıdan köy ve köylüyü yüceltmeleri onların Erbhof’u çıkarmalarının sebebidir. Türkiye’de ise köylünün, çiftçinin durumunu iyileştirmek için tasarlanan kanun, Çiftçi Ocakları projesinin devamı niteliğinde tepeden bir değişimin ve dönüşümün inşasıdır. Çiftçi Ocakları’nın temel amacı toprağın miras yoluyla bölünmesini önlemek, toprağın alınıp satılmasını ortadan kaldırarak arazileri pazar alanının ve rekabetin dışına çıkarmak ve mülkiyetiyle birlikte geçinen çiftçi aileler yaratmaktır. Bu açıdan nasyonel sosyalizmdeki köycülük ve köy kültürünün, üretim ilişkilerini ve resmi ideolojiyi sahiplenmedeki üstünlüğünden etkilenen Türk entelijansiyası Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun en büyük destekçisi olmuştur.
Fakat günümüze kadarki süreçte her zaman tepeden gelen bir toprak reformu düşüncesi ve pratiği olduğu için istenilen verim düzeyine ve toplumsal dönüşüme varılamadı. Tarımdaki gerici üretim ilişkileri devam etti. Toprak ağalığına karşı tabandan başlayan siyasal ve sosyal bir mücadeleye girişilmediği için bu gerici ilişkilere dokunulamadı. En çok tartışılan madde olan 17. madde uygulanamadı. Sonuç olarak yarım kalan toprak reformu denemesi tarım ve köy sosyolojimiz üzerinde günümüze kadar ulaşan tesirler bıraktı.
Kaynaklar:
Kemal H. Karpat- Türk Demokrasi Tarihi
M. Asım Karaömerlioğlu, Bir Tepeden Reform Denemesi: Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun Hikâyesi , Birikim, S.107, Mart 1998
Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi